9. BÖLÜM
"BAL VE ZEHİR."
Gönderen: Duman Alanguva.
Bugün benimle doktor randevuma gelir misin?
09.22
Sabah, telefonuma düşen mesajla uyanmıştım. Hava bugün de mevsime yakışır şekilde soğuk, sisler içindeydi. Bulutların yarısı beyazken diğer yarısı adeta griydi. Baca ve kömür kokusu odamdaki camdan içeriye giriyor, rüzgâr sanki camları tırnaklıyordu.
Hazırlandıktan sonra, üzerimdeki kırmızı kazak ve siyah pantolonla odamdan çıktım. Ev soğuktu, kendimi annemi merak ederken buldum. Saçlarımı karıştırarak onun odasına yol aldım ve gürültüden ürktüğü için kapıyı sessizce araladım.
Annem, babamın fotoğraflarına bakıyordu.
Bu sahneyi anlamak için uzun uzun bakmama lüzum yoktu. Bu sahne, annemin babamın fotoğraflarına baktığı sahneydi. Sarsılan, düşmüş omuzları, dağılmış saçları, titreyen elleriyle kurulamaya çalıştı gözleri... Dişlerimi sıkarak onun yanına yürüdüm ve yatağının ucuna oturdum. Dizlerini kendine çekmiş, var oluşunu yalanlar gibi küçülmüştü. Kızarmış, şişmiş yüzüne bakarken, "Biliyor musun anne?" Diye konuştum, beni dinlediğinden emin olduğumda. "Sana kızgınım. Babam öldükten sonra bir evladın yokmuş gibi kendini bırakmış olmana kızgınım anne. Ben vardım. Babam vefat etmişti ama ben vardım. Sen beni de unuttun, unutulduğum için böyleyim..." bomboş bir şekilde, ayakları ahşaptan olan komodine baktım. "Babam öldüğünde sen de öldün. Yalnızca babamın değil, annemin de öldüğünü hissettirdin bana. Öyle çok geçtin ki benden, ben de sandım ki; benden kolay geçilir. Bu yüzden ben de geçtim kendimden."
Burnunu kabaca çekti. Fotoğrafı bırakmaya kıyamayarak bir kez daha uzun uzun baktıktan sonra, parmaklarını kaldırdı. Senden geçseydim kendimi öldürürdüm. Etrafına bakındı, çaresizce. Fakat senden geçmediğim için hâlâ yaşıyorum.
"Benden geçtin," diye tekrarladım, kendimden emin bir şekilde. Hemen sonrasında hızla yerimden atılarak ayağa kalktığımda, annemin korkuyla gözlerini yumduğunu gördüm. Komodin ayağının yanına saklanmış ambalajsız, minik hapları avuçladım ve omzumun üstünden arkama döndüm. "İçmediğin bu ilaçlar benden geçtiğinin kanıtı anneciğim! Ama hayır, ben senden geçmeyeceğim!" Gözlerimin içinde samimi bir öfke vardı. "Yaşayacaksın! Kendini öldürmene izin vermeyeceğim."
Kafası önüne eğerek yüzünü benden gizledi. Şeffaf gözyaşları inci gibi parıl parıl parlıyordu. Biliyorum, kötüydü ama onun ağrılarla uyuyarak kendini ölüme terk etmesine izin veremezdim. Parmakları bir kez daha hareketlendi. İlaçları içmem gerektiğini biliyorum, içiyorum da ama bazen... babanı hatırladığımda iyileşmeyi istemiyorum. Yanına gitmeliyim gibi hissediyorum.
Soğukça güldüm. "Beni bırakarak..."
Yutkundu.
Telaşla ismimi kullanacak olan parmaklarına bakmadan çömeldiğim zeminden kalktım ve ona sırt çevirdim. Belki arkamdan parmaklarıyla çırpındı ama bakmadığım sürece göremezdim. Odadan çıkarken dümdüz bir sesle konuştum. "İlaçlarını alıp geleceğim, uyuma!"
Odadan çıkarak mutfağa girdiğimde, çenemin, sıktığım dişlerim yüzünden ağrıdığını hissettim. Dolap raflarını karıştırarak hapları buldum. Hapların içindeki eksikleri saklayarak içtiğini düşünmemi istemişti ama bu numarası tutmamıştı. Bir bardak ılık su ve haplarla birlikte odaya döndüğümde annemi bıraktığım pozisyonda buldum. Yanına kadar yürürken, iç çekişlerle yükselen göğsüne baktım ve pijamasının ıslandığını gördüm. Hapları avuç içine, su dolu bardağı komodin üstüne bırakırken konuştum. "İç bunları. Sana pijama bakacağım, terlemişsin."
Hapları yuttuğuna emin olduğumda onun kıyafet dolabına ilerledim ve kapakları açarak, içerisinde rahat olacağı kıyafetleri aradım. İçi pamuklu bir pijama üstü bulduğumda tekrardan yanına geçtim. Bir kısmını tükettiği su bardağını komodine bırakırken, "Dilinin altına saklama," diye uyardım ciddi bir şekilde. "Gerekirse zorla yutturacağımı biliyorsun."
Yatağın sağ tarafına oturarak onun üstündeki pijamaya uzandım. Bana engel olmaması güzeldi. Nemli pijamayı çıkartırken kılını dahi kıpırdatmamıştı, yorgun olduğunu görebiliyordum. Ne yapabilirdim? Onun için başka bir şeyler yapmalıydım. Temiz pijamayı kuvvetsiz gövdesine geçirdiğim an ellerimden kurtuldu. Yatağa girdiğinde ince yorganı omuzlarına doğru örttüm. "Birkaç işim var," dedim fazla detaya girmeden. "Dumanla birlikte olacağım. Geç kalmam, zaten merak ettiğini de sanmıyorum. Gelirken sana meyve alacağım, doktor yemen gerektiğini söyledi. Özellikle istediğin bir şey var mı?"
Üç saniye.
Kırk saniye.
Bir dakika.
Sessizlik. Bana verdiği tek cevap buydu. Hiç. Benimle konuşmanın gereksiz olduğunu düşünüyordu belki de. Onu zorlamayacaktım. Benden geçmişti işte. Elektrikli sobanın ısı seviyesini ayarladıktan sonra deri çantamı aldığım gibi evi terk ettim. Kapıyı, kilitleyebildiğim kadar kilitledim ve anahtarımı cebime atarken çantayı da sırtıma giydim.
Bahçenin ahşap kapısından dışarı çıktığım an kırmızı araba önüme yanaştı ve Duman, oturduğu şoför koltuğundan ileriye doğru uzanarak benim için kapıyı açtı. Afalladım, onun kapıma kadar geldiğini bilmiyordum. Üstelik mesajına yanıt bile vermemiştim. Kaşlarımı çattım ve saçlarımı düzelterek kendimi koltuğa attım. Çantamı kucağıma bırakırken, arkada bir hareketlilik hissettim. "Arkadaşım," dedi Duman, ben omzunun üstünden arkama dönerken. "Ve doktorum."
Bu adam, o gece mekânda gördüğüm adamın ta kendisiydi. Hafif bir tebessümle ve kuşkucu gözlerle beni süzüyordu. Korkutucu sakinliğimi yüz hatlarıma geçirerek onu selamladım. "Merhaba doktor."
Uzattığı eline tip tip baktığımda koltukta ileriye doğru kaykıldı ve elini kucağına bırakırken, sevimsiz bir şekilde homurdandı. "Doğru, sen aksi bir kızdın..." dirseğini koltuğumun arkasına yasladı. "Duyduğuma göre sen de psikologsun.”
Araba hareketlendi. Duman zarif ellerini direksiyona yerleştirerek kontrolünü sağlarken, karşımdaki adama bakmayı sürdürdüm. "Yani?" dedim, sıkıldığımı belli ederek. "Meslektaş sayıldığımız için diyaloğumuzun daha samimi olacağını falan mı düşünüyorsun?"
Gülümseyerek onayladı. "Evet."
"Yanılıyorsun doktor," dedim ve önüme dönerken ekledim. "İsmin ne?"
"Bak," dedi, gülümsemesi genişlerken. "Sizi, bizi kaldırdık. Şimdiden samimi olmaya başladık bile."
Duman'ın kemikli çehresine, yandan bir bakış attım. "Çok konuşuyor."
"Evet, iki çekilmezi başıma sardığıma inanamıyorum."
"Sensin çekilmez!"
Duman azdan biraz daha fazla tehlike barındıran gözlerini arkasına çevirerek ikimize de ters ters baktı ve itiraz istemeyen bir sesle emretti. "Lütfen çenelerinizi kapatın.”
Tersledim. "Pis matematikçi.”
Arkamdaki doktor güler gibi bir ses bırakarak, parmaklarıyla omzumu dürttüğünde aksi bir şekilde ona döndüm. "Ne!"
"Ömer." Kollarını geniş göğsünde kavuştururken devam etti. "Ömer Telatabi."
Önüme döndüm. "Doktor demeyi tercih ederim."
"Cerrahım. Cerrah de, daha havalı."
Dudaklarımı birbirine bastırarak sustum ve gözlerimi bir an için Duman'a kaldırdım. Doktoru aynı zamanda arkadaşıydı, eğer yanılmıyorsam uzun yıllardır arkadaşlardı. Çünkü, eğer kafamda bir araya getirdiğim parçalar birbirini tutuyorsa Duman uzun yıllardır kalp hastasıydı. Belki doğuştan...
Ona daldığım o kısa sürede, daldığım yerden, sesi çıkardı beni. Kıpırdayan dudakları dışında ifadesizdi. "Sakallarımın tellerini mi sayıyorsun Mahşer? O kadar dikkatli bakmana başka sebep bulamıyorum."
Silkelendim ve çenemi cama yaslayarak, gözlerimi zemine diktim. Onunla fazla diyaloğa girmek, uyuşturucu miktarını ayarlayamamak ve kendine zarar vermekti. Daima oranı ayarlamalı ve sınırların dışına çıkmamalıydım. Konuşmadan, oldukça sessiz bir yol geçirdik. İstanbul'u biliyordum ve onun en iyi hastanede tedavi gördüğünden şüphem yoktu. Zaten trafik olmadığı için olduğundan daha kısa sürede hastanenin çevresi içinde yer aldık. Araba için hastanenin bahçesinde park yeri ararken stresli görünmüştü gözüme. "Daha geniş bir park alanı olmalıydı."
Bahçeye bakınırken sordum. "İyi misin?"
"Ne kadar umurunda ki?"
"Hiç."
Doktor, araba park edildiğinde ikimizden önce indi. Bana gelmemi neden teklif ettiğini bilmiyordum ama sorgulayarak onu germeyecektim. Ellerini direksiyondan ayırırken, motorun gürültüsü yavaşça sustu. Boynunu eğerek camdan dışarıyı gözetlerken, bakışlarım göğsüne kaydı. Göğsünün altındaki kalbi, ona verilen ömrün bitiş noktasıydı. O kalbin pili bittiğinde onun için kimse bir şey yapamayacaktı. Boğazıma bir cinayet gibi oturan yutkunuşla başa çıkmaya çalışırken, "Kontrollerini düzenli bir şekilde yaptırıyor musun?" diye sordum oldukça sakin bir şekilde. "Kalbin sana ne gibi sorunlar çıkarıyor?"
"Delik kalp kulakçığındaki duvarda," dedi, ilk kez bundan bahsediyordu. "Belirli bir yaşıma kadar fark edilmemişti. Çünkü, delik tavana yakın yerdeydi; dikkatli bakılmadıkça görülmüyordu. Eğer daha önce fark edilseydi tedaviyi erken olabilirdim ama..." sert bir soluk aldı. "Delik küçüktü, o yüzden hâlâ yaşıyorum ama daha ne kadar yaşayabileceğimi bilmiyorum."
Ani bir ölüm... Onu aradığım bir telefona doktorun çıktığını, siren seslerinin yükseldiğini, telaşlı seslerin kulağıma çalındığını düşündüm. Az sonra Duman Alanguva diyordu telefonun diğer ucundaki doktor. Bir kalp çarpıntısı sonucunda hastaneye kaldırıldı. Durdum. Düşünmeyi erteleyerek konuştum. "O halde ölmeden önce yapmak istediğin her şeyi yapmaktan çekinme."
Omzunun üstünden bana baktı. "Öyle mi Gül dikeni? Dilediğim ne varsa yapayım yani?"
"Evet."
Gözleri kısıldı. "O zaman ilk işim seninle yetişkin aktiviteler yapmak olurdu."
Buz gibi bir sesle hatırlattım. "Bana edepsiz şakalar yapmaktan vazgeç."
"Küfürleşmekten bahsetmiştim."
Hırs dolu bir iniltiyi dişlerim arasından bırakarak kapıya uzandım ve hızla aşağıya indim. Duman'ın eğlendiğine emindim ama onunla fazladan konuşmamak adına verdiğim sözü tutacaktım. Hastaneyi gözetleyerek kapıdan içeriye girerken hemen yanımdaydı ve onu inceleyebileceğim bir mesafe bırakmıştı. Üstünde çoğu zaman giydiği kaşe, zarif ve siyah pantolonlarından birisi vardı. Kot pantolonu ile garip bir şekilde hoş durmuştu. Boğazlı, gri kazağı siyah paltosu altında kendini gösteriyordu. Küpesi olduğu yerdeydi ama değiştirmiş, farklı bir küpe takmıştı.
Nereye gideceğini bildiği ve muhakkak sürekli geldiği için hiçbir prosedürlerle uğraşmadık ve doğrudan odanın bulunduğu kata çıktık. Benim önüme geçmişti, bu kat sessizdi ve yöneldiği odanın kapısında Kalp ve Damar Hastalıkları Uzmanı Ömer Telatabi yazıyordu. Duman kapının önüne geldiğinde, saçlarını gergin bir şekilde taradı ve bana bakmadan konuştu. "Kısa sürecek. İstersen kantinde bekle ve bir şeyler iç."
Yanağımın içini sertçe ezdim. Buraya gelmemi o istemişti, yanında olabilirdim. Kapıyı aralayarak içeriye girdiğinde ne yapmam gerektiğiyle ilgili bir durum değerlendirmesi yaptım. Kantine inmeyecektim. Benim Dumanla bir zaman sürecek diyaloğum vardı ve bu yüzden ona ne olduğunu öğrenecektim. Sonuçta kumpası tehlikeye atamazdım. Bu yüzden hiç düşünmeden sırtımı kapının yanındaki duvara yasladım ve onun aralık bıraktığı kapının aralığına göz diktim. Ömer'in karşısındaki tekli, acı kahve rengindeki koltuğa oturmuştu ve gergin olduğunu, hiddetli bir şekilde inip kalkan omuzlarından anlayabiliyordum. Paltosunun cebine uzandı, birkaç rapor çıkardı.
"Bunlar mı?" diye sordu Ömer, çerçeveli gözlüğünü özenle takarken. "Sonuçları bana göstermek için bu kadar beklememeliydin Duman."
Duman kafasını sallayarak onu onaylarken, alnımı kapının pervazına sertçe yasladım. Kolaylıkla duyabiliyordum. "İhmal ettim, evet," dedi bir aksi gibi. "Sonuçları birkaç gün önce aldım. Ayrıca sürekli bu testlere girmekten bıktım. Bilmem farkında mısınız Ömer ama damarımda kan bırakmadınız!" Ellerini masaya yasladı. "Öleceksem, evimde huzurla ve yalnız ölmeyi yeğlerim. İğne manyağı olmak istemiyorum."
Ömer'in yüzü kırıştı. "Üzgünüm dostum, yapmam gerekenleri yapıyorum. Hem bakılırsa... artık o kadar yalnız görünmüyorsun."
"İşine bak."
Ömer gözlüklerinin ardından gözlerini devirerek sonuçları parmakları arasına aldı. Alnımı daha sert bastırdım ve parmaklarımı pervaza gömdüm. Duman stresli görünüyordu, korktuğunu görmemek için kör olmak gerekirdi. Bir eli masada ritim tutarken diğer parmakları ense kökünü ovdu, gevşemeye ihtiyaç duyuyordu şüphesiz ki. Ömer dikkatle sonuçlara baktı, bu benim için de sıkıntılı ve sabırsız bir süreçti. Yüz ifadesi bir şeyleri açık etmiyordu. Duman bu stresini sözcüklerle dışa vurdu. "Ne bok yiyormuş kalbim."
"Son bir ayda ritim bozukluğu var," dedi onun sormasını bekliyormuş gibi, hızlıca. Duman'ın, anlamak için daha fazlasına gerek duyduğunu düşünmüş olmalı ki, parmakları arasında sabitlediği kâğıtlara bakarken devam etti. "Son bir ay içinde, kalbinin çok fazla hızlı attığını görüyorum. Son zamanlarda kalbinin ritmini kontrol edebiliyorduk ama son bir aydır kalbinde ritim bozukluğu oluşmaya başlamış.”
Duman şaşırmadı. Zaten biliyor gibiydi. Eli saçları arasına girdi, kadifemsi yumuşaklığa sahip saçlarının arasında doğal renk geçişleri vardı. "Tamam, biliyorum," diyerek onayladı, sessiz bir fısıltıyla. "Bunun kalbime kattığı şey ne?"
"Zarar." Ömer gözlüğünü hızlıca gözlerinden indirerek masanın üzerine fırlattı ve koltuğunda kaykılarak ona yaklaştı. Sinirlenmişti. Dudaklarının bitişiğinde küfür gibi bir gülüş belirdi. "Son bir aydır, kalbindeki düzensizliğe sebep olan neyse veya kimse hayatından çıkar. Kalbinin çok hızlı ve çok yavaş atmaması gerekiyor."
Duman'ın yüz ifadesini göremiyordum ama hırladığını duydum. "Yavaş at dediğimde yavaş mı atıyor sanki!”
"Buna sebep olanı hayatından çıkar."
"Çıkarmazsam?"
Ömer sen ilah olmazsın der gibi baktı ona. "Kalbin bu düzensiz ritmine devam ederse bir gün veya gece, kendini ansızın hastane yatağında bulursun."
Duman hiç düşünmeden sordu. "Risk bu mu?"
Ömer'in sakinliğini zedelemişti. "Evet, riskler bunlar seni sersem. Aniden kendini hastanede bulursun diyorum, işitmiyor mu kulakların?"
Duman'ın fısıltısı duyduğuma emin olamayacağım kadar sessizdi. "Değer."
Ömer küfür etti. "Hayır, kolayca ölmene izin veremem."
"Kes sesini," dedi Duman, daha sakin bir şekilde. Şakaklarını ovdu, bu muhabbeti artık sonlandırmak istiyor gibiydi. Ansızın arkasını dönerek kadrajına beni aldığında tek tepki vermedim. Maskelerimi söküp atamam yüzünden, onların ardında dikilen bir zavallıyım. "Yeterince duyduğuna göre artık kapıyı kapat ve mahremime saygı duy Mahşer. Seni ilgilendiren bir şey yok."
Kapıyı kapatmadan önce konuştum. "Son bir ayın beni ilgilendirdiğini düşünüyordum oysa ki."
Kapının gürültüsü bir süre kulaklarımda çınladı. Arkamı dönerek omzumdaki çantayı sıkılaştırdım ve merdivenlere yöneldim. Koşarak indiğim merdivenler son bulduğunda kendimi serin havaya atarak soluklandım. Arabanın yanına dek ilerleyerek kalçamı kaportaya yasladım ve hızlıca paketime uzandım. Unutmam lazımdı. Onun her an ölebilecek bir vaka olduğunu unutmalıydım! Kaç sigara gerekirdi bunun için? Ya da kaç kadeh? Siktir! Hiçbiri unutturmazdı.
Sigarayı, dişlediğimden dolayı hasar alan dudaklarım arasına yaslayarak gümüş çakmağımı kavradım. Minik, tehlikesiz parıltıyla sigaramın ucunu tutuşturduğumda, gözlerim oldukça küçük bir bakış aralığında etrafı izledi. Klasik hastane telaşıydı. Burada daha fazla kalamazdım. Saçmaydı bir kere. Olmamalıydım. Yılların alışkanlığı sayesinde mentollü sigaramı çok kısa zamanda bitirdim ve izmaritini ayakkabımın ucuyla ezdim. İzmarit olana kadar çok şey olan o sigara şimdi oldukça değersizdi. İnsanlar da bazı insanlar için böyleydi. İşi görülene kadar değerli, iş bittikten sonra değersizdi.
Çantamda bulunan naneli sakızı ağzıma atarak, sigara kokusunu bastırmaya çalışırken, buradan ayrılmak üzere arkama döndüm. O buradaydı. Sırtını araba camına yaslamış, kollarını göğsünde kavuşturmuş ve pür dikkat bana bakıyordu. Aramızda iki iri adımlık mesafe vardı ve güneş yüzlerimizin bir kısmını soluk bir şekilde aydınlatmıştı. Kehribarları erimiş bal görünüme kavuşurken, "Atla," dedi son derece sakin bir sesle. "Buradaki işimiz bitti."
Bana buyurmamayı öğrenememişti. Sakızı yavaşça ağzımda döndürürken, "Ben gidebilirim," dedim, kendimi, öğrendiklerimi unutmaya zorlarken. "Sen işine bak."
Karizmatik bir şekilde arabanın kapısını açtı. "İşime bakıyorum."
"Ben bir iş değilim."
Gözlerini devirdi. "Tamam çok bilmiş."
Cevap vermeyerek hareketlendim, amacım yanından geçip gitmekti ama parmakları dirseğimi sıkıca yakaladığında bu eylemi gerçekleştiremedim. "Benimle temas içinde olmandan hoşlanmıyorum," dedim, bir yabancıyla konuşur gibi. "Eve gitmeyeceğim Duman, beni bırakmana gerek yok. Bir taksi çevireceğim, sürekli beni bir yerlere taşımak zorunda değilsin."
Duraksadı. Beni zorlamaması gerektiğini biliyordu. Eli, beni deli etmek ister gibi dirseğimin çevresinde dolaşırken, "O zaman şöyle yapalım," dedi, boğukça. "Beni bir taksici olarak düşün. Seni gideceğin yere bırakayım, sen de ücretimi verirsin."
Ona dik dik baktım. "Taksimetren var mı?"
"Olmaz olur mu?" Dedi alay ederek. "Gece taksiye çıkıyorum."
Duygusuzca bakmaya devam ettim. "Neden beni bırakmayı istiyorsun Duman?"
Bu fikri benimsediğimi ve kabullendiğimi fark ettiğinde, elini dirseğimden ayırdı. Sonunda! Kaputun önünü dolanırken, bomboş bir sesle sorumu yanıtladı. "Güvende olduğuna emin olmalıyım."
Tırnaklarımı çantamın deri kayışına geçirdim. "Acayip gıcığıma gidiyorsun.”
Şoför koltuğunun yanındaki yerime yerleştiğimde, paltosunun yakalarını düzeltti ve kazağını sıkıntılı bir şekilde çekiştirdi. Onu anlayabiliyordum, hastaydı ve ciddi riskler taşıdığı için strese giriyordu. Sahi, hiç mi korkmuyordu? Parmaklarını direksiyona yerleştirdikten birkaç saniye sonra motorun sesi duyuldu ve arabayı park alandan çıkardı. Bahçeden ayrılırken, "Ömer ile ne zaman tanıştınız?" diye sordum öylesine. "Samimi gibiydiniz."
"Beş yılı devirdik," dedi, ben arabadaki baskın kokuyla başa çıkmaya çalışırken. "Ben üniversiteye başladığımda o mezun olmuştu."
Kaşlarımı çattım. "Abi mi diyorsun?"
"Boş yapma."
Dişlerimi adeta birbirine kenetledim ve onun öğrendiklerinden dolayı pek de iyi olmadığını kendime hatırlattım. Üstüne gitmeyecektim, ortağımı biraz da ben rahatsız etmeyecektim. Başka bir soru yönettim. "Hastalığını ne zaman fark ettin?"
Gözleri beklemediğim o anda, tarifsiz hislerini içine hapsederek bana döndüğünde, beynime giden damarımın koptuğunu hissettim. Çünkü o minicik an için ona şuursuzca bakmamın başka sebebi olamazdı. "Lisede," dedi mekanik bir sesle. "Bir olay sonucunda öğrenmiştik."
O gün... Onun için hastanede kaldığım günden bahsediyor olabilir miydi? Açıkça sordum. "Hangi sene?"
"Son." Bakışları benden ağırca uzaklaştı ve ön cama düştü. Sanırım gözlerime bakmak için olan cesareti bu ana kadardı. "Lise son sınıftaydı."
O sene onunla ilgili çok olay olmuştu. Hırçın ve serseriydi. Kavga eder, birinci sınıflarla falan uğraşırdı. Ben o zaman üçüncü sınıftım ve on yediydim. On dokuz yaşında lise son sınıfı okumuştu, kayıp iki yılına ne olduğunu bilmiyordum. Soramıyordum, çünkü kendimi açık edebilirdim. Saçımı kulağımın arkasına ittirirken, "Nasıl bir olay?" diye sordum, umursamıyormuş gibi davranmak benim için kolaydı. "Bir olayın hastaneyle nasıl alakası olabilir?"
Bir an çenesini sıktığını görür gibi oldum, bir yanılgı değildi; tahlil konusunda iyiydim. "Çileden çıkartmışlardı," dedi, dudaklarını iki yana kıvıran gülümseme küfür gibiydi. "Öyle çok çileden çıkmıştım ki, kalbimin alarm verdiğini bile hissetmedim. O an sadece dövmek istiyordum onu ve kendimi bayıltana kadar dövdüm de..." aniden sustu, âdemelmasında bir yumru vardı. "Gözlerimi açtığımda hastanedeydim."
Üstüne mi gidiyordum? Evet. "Seni çileden çıkartan neydi?"
Cevap vermedi.
Ona, cevap talep eden ısrarcı bakışlar attım ama hiçbirine yanıt vermedi; bakışlarıyla bile. Bir daha soracak olduğumda, direksiyona sağa kırdı. "Dahası yok Mahşer."
Aramıza koyduğu mesafenin tadını çıkarması için ona izin vererek bakışlarımı ön tarafa çevirdim. "Çok da umurumdaydı sanki..."
"Dikenlerini batırmazsan olmaz tabii."
Olmazdı, öğrenmiş olması da bir şeydi. İnsanların gözünde nasıl bir Mahşer olduğumu umursamayı, o geceden sonra bırakmıştım. Ne sanıyorlardı sanki? Ben buydum, bahane ve savunmalarım yok. Görüyordum, bazen insanlar yaptığım kötülüklere kendince bahane buluyorlardı ama yalnızca kendilerini kandırıyorlardı.
💔
Bilinçsiz öfke, senin değil, düşmanının silahıdır.
Düşmanımın eline, bana doğrultması için bir silah veremezdim. Bu yüzden her şeyi ağırdan alıyor, sakin davranıyor ve hiçbir riske yer vermemeye çalışıyordum. Fakat insanlar benimle uğraşmaktan haz ediyor olmalılardı. Şu an da ise benimle uğraşanın kim olduğunu bilmiyordum.
Takip ediliyordum.
Duman ben, Çisem’in yanına bırakmıştı ve on dakika kadar önce Çisem’in yanından ayrılmıştım. Yer yer karanlıkla gölgelenen sokakta yürüyordum. Takip edildiğimi yanılmıyorsam, üçüncü dakikada fark etmiştim. Merkeze inen sokak birkaç insan dışında oldukça sessiz ve tenhaydı. Kim tarafından takip edildiğimi anlamıyordum. Melih Han ve takımından, daha doğrusu babamın ölümüne sebep olan insanlardan başka düşmanım yoktu. Takip edildiğimi anladığımı beni takip eden serseme belli etmemiştim, sakindim ama ne için takip edildiğimi öğrenmeliydim. Bu yüzden onunla yüzleşmiyor, onun atağa kalkmasını bekliyordum.
Ellerimi ceplerime yerleştirerek çakımı ve telefonumu kontrol ettim, istediğim an ulaşabileceğim kadar kolay bir yerde olmalılardı. Sokağın köşesini dönerken yavaşladım ve bir an önce bana ulaşması için kolaylık sağladım, bu kovalamacadan sıkılmıştım. Belki tehlikenin beşiğinde sallanmasaydım takip edilmek beni korkutabilirdi ama şu an hissedebildiğim tek şey, zarar verecek olmanın hazzıydı. Adımlar hızlandı, adamın gölgesi gölgemin altında kalmıştı. Atağa kalkmaya hazırlandı, soluğu enseme çarptı ama unuttuğu bir şey vardı. Gölgesini görebiliyordum ve ne yapacağını anlayarak ona göre hareket etme şansım vardı. Aptal, bana değil gölgeme bakmalıydı.
Kolu yukarıya doğru kalktığında şüphesiz ki yapacağı ilk atak boynumu dirseğine kıstırmak olacaktı ama yanılmıştı. Cebimdeki elimi hızlı bir manevrayla dışarı çıkararak arkaya uzandım ve boynuma doğru hareketlenen kolunu havada yakaladım. Adam asla bunu beklemediğini belirten bir küfürle birlikte diğer elini devreye soktuğunda, parmaklarımla yakaladığım bileğini geriye büktüm ve onu püskürttüm. Beni kolay bir av sandığı ve sadece vermekte olduğu zararla ilgilendiği için alabileceği zararlar için kendini korumamıştı. Bu yüzden bileğini rahatça bükerek, tekvando eğitmenimden öğrendiğim tekniği onun üstünde uyguladım ve arkamı dönerek onu saniyeler için önüne bulunduğumuz duvara fırlattım.
Bedeni sarsılarak duvara yığıldığında, bu sefer ben kolumu dirseğinden kırdım ve onun başını dirseğim arasındaki boşluğa sıkıştırdım. Bu nefes almasını zorlaştırarak onun gücünü emecekti. "Seni sürtük!"
Dirseğinden kırdığım kolumu boynuna daha sert bastırırken, "Benim tekvandoya gitmişliğim var ama sen bilirsin,” diye takıldım.
Adam bana yenilmiş olmanın verdiği hırsla atağa kalktığında, bileğine sardığım parmaklarımı sıkılaştırdım ve damarının üstüne teknik, basit bir dokunuş bırakarak onu etkisiz hale getirdim. Ani gelen bu saldırı ile hareketsizleşerek, dayanılmaz bir çığlık attı. "Bileğim..." inleyerek kafasını taşa sertçe indirdi. "Ne yaptın lan bileğime! Kırdın mı?"
Henüz kırmamış, sadece etkisiz hale getirmiştim ama istersem kırabilirdim. Kolumun boynundaki baskınını hafife alınmayacak bir seviyede arttırarak, onu iyice köşeye sıkıştırdığımda, ağırlığını taşımak için bir adım geriledim ve ayaklarımın üstüne daha sağlam bir şekilde bastım. Hırslı soluğum koyu renkli saçlarının arasına karışırken, "Zırlamayı kes," dedim, buz gibi bir sesle. "Seni kahpe! Öt bakalım, seni buraya kim gönderdi?"
Adam pis bir şekilde güldü, sinirlerimi uyaran ve hissettiğim öfkenin ibresini birkaç kata katlayan bir gülüştü. "O öyle kolay değil Küçük Hanım," dedi, cümlesini tamamladığı süre boyunca birkaç kez inlemişti. "Hadi, bileğimi bırak. Belki o zaman seninle küçük sırrımı paylaşabilirim."
Hadi ama... Cidden o kadar saf mı görünüyordum? Bu beni üzerdi. Boğazına doladığım kolumun elini boynunun sol tarafına götürdüm ve tırnaklarını pis derisine geçirirken hırladım. "Boş yapma puşt. İsim ver!"
"Tek tabanca takılırım ben," dedi, beni inandıracağını sanarak. "Aslında seninle tanışmak için çevirecektim ama yanlış..."
Bileğini biraz daha kıvırarak, onun cümlesini bir çığlık ile böldükten sonra, "Beni biraz daha aptal yerine koyarsan..." diye tısladım, ciddi uyarılar barındıran sesimle. "Elini bileğinden koparırım ve emin ol ki bunu yapmak iki saniyemi alır! Çabuk dökül."
Adam savunmasızlığın vermiş olduğu sinirle birlikte hırlamayı andıran bir inilti döktü ve hemen sonra boşta ki eliyle saçlarıma uzandı. Başımı geri kaçırmak için saniye kaybı yaşamıştım. Parmakları saçlarımın ucuna asılarak kafamı aşağıya yatırdığında, tırnaklarımı daha çok bastırmış ama kolumu mecburi bir şekilde gevşetmiştim. "Geber,” dedi saçlarıma daha çok asılırken, genzim yanıyordu ama paniğe kapılarak zaferi ona tattıramazdım. "Ne sanıyorsun lan orospu? İki taktik biliyorsun diye benim canımı mı yakacaksın sandın? Dua et ki sana zarar verme yetkim yok..."
O anlık zaferinin tadını çıkarırken neyden bahsettiğini düşündüm. Bana zarar vermesini istemeyen bir güç vardı, kimdi? Bu zaferinin tadını çıkarttığı birkaç saniyeden sonra, saçlarımın derisinde meydana gelen acıyı umursamadım ve dişlerimi ceketinin üstünden beline geçirerek çığlık atmasına sebep oldum. Eli boşluğa düşerken haykırdı. "Sürtük!”
Başım elinden kurtulduğunda aceleyle doğruldum ve boynunu tekrardan dirseğim arasına kıstırdım. "Son kez soruyorum," dedim, başını önümüzdeki duvara sertçe geçirirken. "Sahibin kim?"
Başına aldığı darbeyle sersemledi ama dokunuşlarımdan kurtulamıyordu. Onu iyice köşeye sıkıştırdığımda, birçok yerine aldığı darbeyle birlikte soluk soluğa kaldı. Pis parmaklarını avuç içinin tersine doğru bükerek, eklemlerini zorladığımda, "Dur," dedi, adeta haykırarak. "Sana söyleyemem. Beni öldürsen de sana konuşamam. O yüzden benimle zaman kaybetme ve buradan git."
Onu, söylemesi için bir kez daha uyaracağım sırada telefonuma düşen mesajın sesini işittim. Bunu umursamadan dudaklarımı bir kez daha araladım ama ikinci bir mesaj telefonuma düştü, bir uyarı mıydı? Adamın çok da iri olmayan bedenini teknik bir şekilde kafesledikten sonra, "Kıpırdama," diyerek onu uyardım ve bir elimi montumun cebine attım. Telefonu çıkararak alev alev yanan gözlerimi ekrana indirdiğimde, mesajın suç ortağımdan geldiğini gördüm.
Gönderen: Alanguva.
O adama daha fazlasını sorma, bırak gitsin.
|18.53|
Gönderen: Alanguva.
Oraya geliyorum, kendini kolla.
|18.53|
Peş peşe gelen mesajlara anlamsızca baktığım birkaç saniyenin ardından, adamı bırakmak için hareketlendim ama o benden önce davranarak dirseğini çeneme çarptı ve sarsılmamı sağladı. Aldığım darbeyle gevşeyen kollarım adamın üzerinden çekilirken, geriye doğru birkaç adım attım ve düşmemek için bacaklarıma sığındım. Elim, şiddetli bir acıyla uyuşan çeneme giderken, "Piç," dedim, yüzüme vahşi bir ifade örtülürken. "Seni öldüreceğim!”
Adam beni püskürtmenin sevincini bile yaşayamadan bedenindeki tahribatı kontrol etti. Bu sırada gerilemeye başlayarak küfürler savurdu. "Gidiyorum, tamam." Daha hızlı bir şekilde gerilmeye başladı, yüzünü ilk defa bu kadar net görmüştüm. Çelimsiz, zayıf yüz hatlarına sahipti. Şakağından elmacık kemiğine doğru uzan hilâl şeklinde derin yarası vardı. Sakalları tenini örselemişti, rengini seçemediğim gözleri çok küçük bir açıyla beni takipteydi. "Görüşürüz, seni erkek kılıklı küçük orospu."
Ona doğru iri bir adım attığım anda takım elbise içindeki bedeni bana sırt çevirdi ve saniyeler içinde koşarak gözden kayboldu. Durdum. Göğüs kafesimdeki baskının, nefes almam için kudretli bir engel olduğunu fark ettiğimde, derin soluklar almaya ve kalbimdeki çırpınışı azaltmaya çalıştım. Vay canına... Dakikalar içinde güzel bir ekşin yaşamıştım ama buna sebep olanın kim olduğunu bilmemek can sıkıcıydı. Saçlarım iki yanımdan dökülerek omuzlarımda ağırlık yaparken, muhtemelen birkaç gün ağrıyacak olan çenemi ovdum.
Sersem bir şekilde gülerek yere düşen çantama uzandım. Çantanın askısını omzuma geçirdiğim anda, bir araba farının aydınlığı sokaktaki karanlığı yuttu. Karanlığa alışan gözlerimi kırpıştırarak omzumun üstünden arkama döndüğümde, Duman'ın arabayla yanıma yaklaştığını gördüm. Burada olduğumu nereden biliyordu?
Araba yanımda durduğunda benim de soluklarım hafiflemişti. Duman oturduğu yerde kaykılarak benim için kapıyı açtığında ona bakmadan kendimi şoför koltuğunun yanına attım. Araba tamamen durmuştu, onun tarafından gözlemlendiğimi biliyordum. Torpidoya uzandı, az sonra arabanın içi aydınlandı ve birbirimizi görmemiz için kolaylık sağladı. Kısık gözlerle ön cama bakarken, bana yaklaştığını hissettim ama onu reddetmedim. Birkaç saniye sonra zarif parmakları ağırca çenemi yakalayarak yüzümü kendine çevirdiğinde, "Onu hakladığını duymayı istiyorum," dedi, sesi çok gergin ve öfkeliydi. “Çenen kızarmış!”
Yüzüne bakmak tercihim değildi. "Onu hakladım," dedim, dudaklarımın arasına sert bir nefes çekerken. "Eğlenceliydi."
Kemerini çıkarmış, aramızda olan mesafeyi iyice azaltmıştı. Benden uzun olduğu için yukarıdan beni izleyen kendisiydi, burnundan verdiği sert soluk saç diplerimde dağıldı. "Daha ne kadar doğru bir kadını seçebilirdim acaba," dedi, daha çok kendine sorduğu bir soru gibiydi. Cevabıyla ilgilenmedim. Çenemi usulca okşadı. "İyi misin?"
Kazağını değişmiş, tişört giymişti. Kış mevsiminde olduğumuzu hatırlatmalı mıydım? Ya da bana neydi ki? "Elbette," dedim tereddüt dahi etmeden, sesim pürüzsüzdü. "Mesele ne durumda olduğumda değil. Konuşacak daha ciddi şeylerimiz var."
Kabullendi. "Evet."
Kaşlarımı kaldırdım. "O zaman konuşalım."
Bir an alnını alnıma yasladı gibi oldu, bu öyle minik ve şeffaf bir andı ki, gerçekliğini sorgulamak zorunda hissettim. Gözleri, kadrajına aldığı yüzümün her karesini fotoğraflarken, "Tahribat alıp almadığını merak ediyorum," dedi ve bunu ölçmek ister gibi çenemdeki parmaklarını sıkılaştırdı. Bu baskıyla birlikte dudaklarım tek bir çizgi halini aldığında, "Moraracak," diye ekledi, sakinliğinden eser kalmayan sesiyle. "Basit bir darbe olduğunu söyle ki..."
"Basit bir darbe değil," dedim onu kışkırtarak. Gözlerimi yukarıya kaldırarak arabaya bindiğim andan beri ilk defa gözlerine baktım. "Ne yapacaksın Duman?"
Kalbini gördüm gözlerinde.
Gözleri delikti, kalbi gibi.
Kalbini görmeme izin verdiği o andan hemen sonra bir anda çenemden ayırdığı parmaklarını direksiyona yasladı. Anlamayarak baktım asi hareketlerine. Motorun sesini duyduğumda, "İzle o zaman," dedi, hırıltılı bir sesle. "Neler yapabileceğimi."
Hayır, adamın peşine düşmek istemiyordum. Koltukta ileriye doğru kaykılarak elimi, paltosunun sıyrılarak çıplak bıraktığı bileğine sardım. "Yapma!"
"Neden?" Hızla bana döndü. "Neler yapabileceğimi soran sendin!"
Ellerini direksiyondan ayırdığımda, "Adamı bırakmamı isteyen de sendin," diye bağırdım, suçlayıcı bir şekilde. "Şimdi peşine mi düşeceği?"
İşaret parmağını yüzüme salladı. "O zaman beni kışkırtma."
"O parmağı indir."
Ah, her defasında sakinliğini koruyarak beni çıldırtan kendisiydi oysa ki. Elimi bileklerinden ayırarak koltukta, eski pozisyonumu aldım ve onun önüne dönmesini izledim. Paketine uzandı, bir dal sigara çıkardı ve siyah, ağır olduğu belli olan çakmağının minik pırıltısıyla o sigarayı tutuşturdu. Bir duvara bakar gibi bakmaya devam ettim, sanırım ciddi bir konuşma için ikimizin de durulması gerekiyordu. İkimiz de koltukların en uç köşesine çekildik, sanırım biraz daha uzaklaşmak mümkün olsa uzaklaşırdık. Camları indirdik, sigaranın kokusunu gökyüzüyle paylaştık.
Torpidodaki pet şişesine uzanarak su ile ağzını çalkaladı ve ağzındaki suyu camdan dışarıya püskürttü. "Kaba."
Pet şişeyi, bu sefer içmek için ağzına yasladı. "Doğru, sen nazik ve hiç de kaba olmayan bir kadınsın."
Haklı olabilirdi ama ben sokağa tükürmezdim. Doğrusu tükürmüş sayılmazdı... Her neyse. Ellerimi dizlerimin arasına kıstırırken, "Burada olduğumu nereden bildin?" diye, merak ettiğim bir soru yönelttim. "Ya da o adamı nasıl bildin? Duman eğer beni takip ettiriyorsan...”
"Üzerin çip var."
Anlamam birkaç saniyemi almıştı? Cümlesi basit, üç kelimelik bir cümleydi ama üç kelimenin bir araya gelerek oluşturabileceği en sarsıcı cümle olabilirdi. Gözümün döndüğünü hissettim, hatta bunu dışa vurmak için hareketlenen ellerimin sabırsız olduğunu da gördüm. Ben bu sinir harbini yaşarken, "Çip sayesinde nerede olduğunu öğrendim," diye açıkladı sessizliğimden faydalanarak. "Melih Han'ın peşinde bir adamım vardı, ona takip edildiğini hissettirecek ama asla görülmeyecekti. Bir nevi, aklıyla oynayacaktı. O arada, en yakın adamının uzaklaştığını söyledi. Tabii ki de seni takip ettirecekti Mahşer, öylece güvenmesini beklemiyordun değil mi?"
Parmaklarımla alnımın çevresini ovalarken, sağlıklı bir şekilde düşünmeye çalıştım. Çip demişti. Üzerimdeydi ve bu sayede beni bulmuştu. Melih Han'ın bana güvenmesini elbet beklemiyordum ama bu kadar ileriye gideceğimi düşünmemiştim. Açık ve net şekilde bizden şüpheleniyordu. Tabii ya, o yüzden adamı konuşturmamı istememişti. "O yüzden," dedim, öğrendiklerim boşlukları doldurduğunda. "Adamın kim için çalıştığını öğrenmemi bu yüzden istemedin. Eğer söyleseydi mecburi olarak Melih Han ile olan iletişimimiz kopacaktı?"
"Evet," dediğini duydum, kül renkli sakallarını sıvazladı. "Melih Han sana güvenmek istiyor, bu yüzden sana bir şekilde tuzak kurdu. Adama nasıl davrandığını bilmiyorum, umuyorum ki Melih Han'a söylediği şeyler onun gözünde oluşturduğun karakterle uyuşuyordur. Aksi halde sana güvenmeyi erteleyecek ve bu da işleri yavaştan alacak."
Yaşlı, aptal bunak! O aptal adam ile beni oyun getirmeye çalışmıştı. Tamam, o adamı nasıl dövdüğümü açıklayabilirdim; ders aldım derdim. Yanaklarımı sıkıntıyla şişirdim. "Bize asla güvenmeyecek, etrafına yaklaştırmayacak."
Kehribarları doğrudan yüzüme odaklıydı. Kirpiklerimde, sinirden kızaran yanaklarımda, minik burnumda misafir oldu bakışları. "Ben nasıl sana bal, herkese zehirsem sen de herkesten çok bana zehirsin, hiç bal değilsin..." ifadesizleşti. "Bana neyin öfkesini besliyorsun Mahşer?"
Fark edilmemenin.
Fark edilmek için çaresizce çırpındığım günlerin.
Bu soru karşısında olduğumdan daha da zehir zemberek olduğumda, "Aptallığının," dedim, dişlerimi kırarcasına sıkarken. "Ne kaybettiğini, kaybettiğin şeyin sana verebileceklerini asla bilmiyorsun. Bunun için öfkeliyim sana!”
Gözlerini yumdu. "Ah, o dikenlerin..."
"Çip nerede?"
Dudağının sol köşesine iyi niyet barındırmaya bir tebessüm kondu. "Takip cihazının nerede olduğunu mu merak ediyorsun?"
Ellerim yumruk halini aldı. "Evet."
"Kendin bul."
Sinirle gülerek onun omzuna güçlü bir yumruk indirdim. "Beni zıvanadan çıkartma!"
Omzuna baktı. "İyi vuruştu."
Kafamı tehditkâr bir biçimde sallanırken, "Allah'ın manyağı," dedim bağırarak. "Eve gidip soyunduğumda o çipi bulamayacak mıyım sanıyorsun?"
Karanlık gözleri ağırca bedenimde gezindi. "Ne kadar süre de soyunuyorsun?"
"Kimin soyduğuna bağlı!"
Onu kışkırtmış mıydım? Baya. Dişlerinin arasından yuvarladığı küfürle birlikte elini dirseğime yerleştirdi ve bedenimi kendi sınırları içerisine çekti. Dudağımı dişlerimle ezerek dokunuşunu püskürtmeye çalıştığım sırada kalçamı koltuktan kaldırdı ve aynı saniyeler içinde direksiyona oturttu. Bacaklarım direksiyondan aşağı sallanırken, ellerim mecburi bir şekilde omzuna tutunmuştu. Şaşkınlığımı yüzüme yansıtmamak için ciddi bir mücadele verirken, kalçamın baskı yaptığı kornanın sesini duydum. Kulakları sağır edici bir sesti. Parmakları tekrardan çenemi nazikçe kavradığında, "Denizler dinmezse terk edilir Mahşer,” dedi sakince.
Sözleri etkilemeli miydi? Hissiz olduğumu neden anlamamakta ısrarcıydı Bomboş bakmayı sürdürürken, "Beni terk edebilirsin," dedim, cümlesini aşağılayan bir gülümseme eşliğinde. "Beni babam terk etti, sen kimsin Duman?"
"Sorun bu," dedi, her kelimenin üstüne bastırırken. "Her hırçın deniz öldürür birini."
"Sen misin o biri?"
"Belki benim o biri."
Sıkılmıştım. Sıkılmalıydım. Kalçamı direksiyondan kaldırmaya çalışırken, "Elini çek," dedim. "Bugün, haddini fazlasıyla aştın. Sıkıldım senden."
Çenemdeki dokunuşuna baskı uygulayarak beni tekrardan oturttuğunda, başını yüzüme doğru yaklaştırdı ve dudaklarını kulağımın çevresinde gezdirdi. Nefesinde cehennemden kaçırdığı sıcaklık var gibiydi. Bu cüretine inanamıyordum! Boynumu yana kıvırarak uzaklaşmak istediğimde, "Haddini aşan sensin," dediğini duydum, kaba ve ağır bir sesle. "İçimde ne işin var senin? Haddini aşıyorsun?”
İçinde neredeyim mesela? Yaranın en çok olduğu yerde, kalbinde mi?
Sessiz bakışmamız aramızda bir yıl gibi uzadı. Elimi ayağıma dolaştırmadı bu cesareti, kalbimi inanılmaz şekilde çarpmadı ama güzel olarak hatırladığım son anılara sürükledi beni. Omuzlarını iterek arabanın önünden kalktığımda o da beni serbest bırakıp başını cama çevirdi. Bir sigara da ben yaktım ama camı indirmedim, bu kokuda boğulmayı tercih ettim. Yarısını henüz tüketmişken sigaramı parmaklarım arasından aldı, kendi içti. Ters ters baktım ama sustum; onunla konuşmayacaktım. Bacaklarımı torpidoya uzattım ve yanağımı koltuğa yasladım.
Kaç dakika geçtiğini bilmiyordum, yarım saat geçmemiş ama on beş dakika geçmişti. Onun, arabanın ışığını kıstığını, göz kapaklarıma inen yoğunluğun azalmasından anladım. Burada uyuyabilirdim, birbirimizin yanında güvendeydik. Kopkoyu, uzun saçlarım sağ yanağımın bir kısmını örterek omuzlarımdan aşağıya dökülürken, göz kapaklarımı minik bir aralıkla kaldırdım ve ona baktım. Benim pozisyonumu almıştı. Yanağını deri koltuğun yüzeyine yaslamış, ellerini dizleri arasına kıstırmıştı. Gözlerimi tekrardan yumarken, "Fazla yakınıma girme," dedim mayışmış, incelmiş sesimle. "Rahatsız etme sakın beni."
Konuşmadı.
Konuşmadım.
Bir an sonra nefesi daha yakından hissedilir oldu. Bu sıcaklığı, kokuyu tanıyordum. Parmakları bu gece üçüncü kez çenemi kavradı, zarif ve acelesizdi. Geriye çekilsem bırakacak gibiydi.
Lakin geri çekilmedim.
Sonra, çeneme bir öpücük kondurdu.
Islak, somut öpücüğünün izi ağrıyan çenemi kıdemsiz bir şiddetle sızlattığında, dudaklarının hatırasını bir kelebek gibi avuçlarıma almanın bana neler kaybettireceğini düşündüm. Hiç. Ya da çok şey. Dudakları, tenime sürtülerek çenemden ayrılırken hafif sesi doldurdu kulaklarımı. "Yıldızın bol olsun Gül Dikeni."
Gözlerimi bir kere daha açmaya beni mecbur ettiği için ona kızmayı zihnimin bir kenarına yazdım ve ona baktım.
Eli kalbindeydi.
Hayır, eli delik deşik kalbindeydi.
Babam, küçükken bana masallar anlatırdı. Bir var olan, bir yok olan kahramanlardan bahsederdi. Hepsinin sonu mutlu biterdi, dönüp babama hiçbir zaman hayır babacığım, diyemedim. Hayır babacığım, her masal mutlu bitmez.
Beni duyuyorsun baba, bil ki küçüklüğümden sesleniyorum sana; bazı masalların sonu, başından bellidir.
BÖLÜM SONU.
Yorumlar yükleniyor...